Yağmurun Ilık Busesi (Su serisi -25-)
(The Kiss of the Rain.. )
Yağmurun yüzünü görmediğim
Kaç bahar geçti hatırlamıyorum
Hüznün çiçeği henüz açamadan
Ve ben daha doğmadan batan
Güneşin o eski altın ışıklarından
Gerçek varlığın saf aşıklarına,
Geriye elimizde ne kaldı bir bak:
Kışın ayazında buz tutan sudan
Ormanın ıssızlığına sığınanların
Kalplerine gömdükleri sevdalarına
Ordan yüzlerine yansıyan mutluluğa,
Gözlerinden dökülen yaşlardan
Dillerine yapışan parlak laflarına…
Neye alıştıysam ben oymuşum
Küçük parçasıyken büyük oyunun
Korkularımı bastıran gerçek doyum
Ne yediklerim ne gördüklerim ne de dediklerim!
Neyi niçin isteyip istemediğimin
Bir anlamı var mı hala vazgeçişlerimin
Islak adımlarımı çoğaltırken yağmur
Biriktirdiğimi sanıp yanıldığımı anladığım
Sahiden yok olanlar şimdi hangi sahilde?
Oysa öğrenseydik ta en başından
Yüreği yakan gerçekler acıymış
Dermansız koyan yollarsa uzun:
Yokluğa çıkan çabalar da boşmuş
Dağlar dik,orman sık, vadi derin…
Her şey çok uzun ama bir ömür kısa!
Uçsuz bucaksız bir gökyüzünün altında
Soğuk gecenin koynunda yatan adama da
Önüne gelecek bir tas çorbadan
Yoksun; Bağrına taş basanlara da…
Bir sor istersen, nedir hayali kıran
Kurduğu düşleri bir seferde yıkan…
Ona ne olduğunu unutturan da zaman!
Yalın ayak yağmurdan kaçan
Çocuğun asıl korkusu rüyalarından
Suya düşüp kaybolmaktan sanma
Evin yolunu bulamamaktan da değil
Hayal gücünün korkunçluğu bundan!
Hani sevdaydı asıl kalbimizi doyuran
Nedir bizi vefasız ve insafsız yapan?
Sahibinin peşinden hiç ayrılamayan
Köpeği düşün. Nerde kaldın yalancı çoban!
Sevdadan ateş gibi yanacağımızı
Sahiden bilseydik ta en başından
Yola çıkmazdık yağmurlar henüz yağmadan
Ve Ilık busesi sıcak alnımıza konmadan…
Bendeniz Yılmaz Bektaş
(The Kiss of the Rain.. )
Yağmurun yüzünü görmediğim
Kaç bahar geçti hatırlamıyorum
Hüznün çiçeği henüz açamadan
Ve ben daha doğmadan batan
Güneşin o eski altın ışıklarından
Gerçek varlığın saf aşıklarına,
Geriye elimizde ne kaldı bir bak:
Kışın ayazında buz tutan sudan
Ormanın ıssızlığına sığınanların
Kalplerine gömdükleri sevdalarına
Ordan yüzlerine yansıyan mutluluğa,
Gözlerinden dökülen yaşlardan
Dillerine yapışan parlak laflarına…
Neye alıştıysam ben oymuşum
Küçük parçasıyken büyük oyunun
Korkularımı bastıran gerçek doyum
Ne yediklerim ne gördüklerim ne de dediklerim!
Neyi niçin isteyip istemediğimin
Bir anlamı var mı hala vazgeçişlerimin
Islak adımlarımı çoğaltırken yağmur
Biriktirdiğimi sanıp yanıldığımı anladığım
Sahiden yok olanlar şimdi hangi sahilde?
Oysa öğrenseydik ta en başından
Yüreği yakan gerçekler acıymış
Dermansız koyan yollarsa uzun:
Yokluğa çıkan çabalar da boşmuş
Dağlar dik,orman sık, vadi derin…
Her şey çok uzun ama bir ömür kısa!
Uçsuz bucaksız bir gökyüzünün altında
Soğuk gecenin koynunda yatan adama da
Önüne gelecek bir tas çorbadan
Yoksun; Bağrına taş basanlara da…
Bir sor istersen, nedir hayali kıran
Kurduğu düşleri bir seferde yıkan…
Ona ne olduğunu unutturan da zaman!
Yalın ayak yağmurdan kaçan
Çocuğun asıl korkusu rüyalarından
Suya düşüp kaybolmaktan sanma
Evin yolunu bulamamaktan da değil
Hayal gücünün korkunçluğu bundan!
Hani sevdaydı asıl kalbimizi doyuran
Nedir bizi vefasız ve insafsız yapan?
Sahibinin peşinden hiç ayrılamayan
Köpeği düşün. Nerde kaldın yalancı çoban!
Sevdadan ateş gibi yanacağımızı
Sahiden bilseydik ta en başından
Yola çıkmazdık yağmurlar henüz yağmadan
Ve Ilık busesi sıcak alnımıza konmadan…
Bendeniz Yılmaz Bektaş